Bayram Yüksel ağabeyin, Necmeddin Şahiner'in yazmış olduğu "Son Şahitler" isimli kitabında yayınlanmış tarihçe-i hayatından kesitler (I):
1. "Köy Enstitülerinden çıkanlar dinsiz oluyor" 1945 yılında ilkokulu pekiyi derecesi ile bitirmiştim. İlkokul öğretmenimiz Hakkı Bey, beni Köy Estitüsüne göndermek istiyordu. Ben de ailemin fakirliğini, ağabeyimin askerliğini, babamın ayağından rahatsız olduğunu ileri sürerek gitmek istemiyordum. Hocanın ısrarlarıüzerine bu mevzuyu babama açtım, Fakat babam, 'Köy Enstitülerinden çıkanlar dinsiz olurlar' diye gitmeme izin vermedi. 'Ben seni hafız olarak yetiştirmek istiyorum' dedi. Babam ümmî idi. Fakat, beş vakit namazını hiç geçirmezdi.
2. "Ezan okumayı çok severdim" Böylece Kur'ân derslerine devam etmeye başladım. Namazlarımı muntazaman kılardım. Bilhassa ezan okumayı çok severdim. Sabah namazlarından saatlerce önce camiye giderdim, saatim de olmadığı için saatlerce caminin önünde beklediğim olurdu. Gündüzleri köydekimeşguleyitimizde, Bediüzzaman'ın ismini, hizmetlerini, hal ve etvarını, mübârekiyetini ve faziletlerini, üç beş zeytinle yaşadığını, çok az yediğini, insanların kalbinden geçenleri bildiğini duyardım. Gün geçtikçe kendisini görmek, ziyaret edip ellerini öpmek arzusu şiddetleniyordu.
3. Rüyada Üstadı gördüm..Nihayet 1947 senesinde Üstad Bediüzzaman gibi bir zatla tanışmak, Cenab-ı Allah'ın lütf-u ihsanı oldu. O zamanlara şöyle bir rüya görmüştüm: Emirdağ'a 4 saat mesafede yüksek bir dağda Emir Dede denilen yüksek bir tepede bir türbe vardı. Türbede bir evliya vardı. Hayatımda hiç görmediğim Üstad Bediüzzaman'ı bu tepenin zirvesindeki mübarek türbede gördüm. Kendisine aşkla, şevkle, sevinçle hizmet ediyordum. Üstadımıza kahve pişirip takdim ettim. Fincanı iki parmağımla yıkadım. Ellerini öptüğümde burcu burcu kokuyordu. Bu mübarek kokunun birkaç sene benden gitmediğini hissediyordum. İşte bu rüyadan sonra Üstada talebe oldum. Üstadı gördükten sonra o kokuyu hiç hissetmedim. Hem de bütün ağabeylerin toplu olarak bulunduğu Afyon zindanlarında...
4. "Afyon Hapishanesi'nde"O zamanlar henüz 16 yaşında idim. Bilhassa Zübeyir Ağabeyin benim üzerimdeki tesiri çok fazladır. Risale-i Nur'un düsturları ve hizmet tarzı hakkında Zübeyir Ağabeyden çok istifade ettim. Ahmed Feyzi Ağabey, Mustafa Osman, Hıfzı Bayram, Mustafa Sungur, Çalışkanlar hanedanından Osman Çalışkan, Mehmet Çalışkan, Halil Çalışkan, Ceylân Çalışkan, Mustafa Acet, İbrahim Fakazlı v.s. çok ağabeylerle beraber hapishanede, daima meşguliyetimiz Nur Risalelerini yazmaktı. Üstadın bulunduğu koğuşa gittiğimizde arı kovanı gibi seslerin geldiğini duyardık. Bu sesler Üstadımızın evrad, ezkar dua ve niyaz sesleri idi.Gecenin hangi saatinde baksak ışığının yandığını görür, zikir sesleri işitirdik. Devamlı Üstadımızı düşünür, her fırsatta ziyaret edip elini öpmek, duasını almak isterdik. Gardiyanlar ise bize mani olurlar, hakaret ederlerdi. 'Sen de bunun arkasından gidiyorsun, bu Kürd'e tapıyorsun' diye bana tokat atarlardı. Şefkatli Üstadımız da benim gibi bir bîçareyi teberrükleriyle taltif ederdi. Maddî kıymeti küçük olan bu hediyeler hayatımın en kıymetlinâdide yâdigârlarıdır. Hapishanede idareciler bize eziyet ettikleri zaman Üstadımız çok üzülürdü. Ceylân Ağabey, çok şefkatli, çok cesur, çok tedbirli idi. Bizleri şevklendirir, daima hizmete teşvik ederdi.
15. Şuâ'dan Elhüccetü'z-Zehra Afyon Hapishanesin'de telif edilmiştir.Telif esnasında zaman zaman Üstadın penceresinin altından geçerdik. Üstadımız pencereden bakar, bizleri gördüğü anda bulduğu küçük kağıt parçalarına yazdığı kısımları kibrit kutusuna koyarak, bize atardı. Biz de bu parçaları hemen ağabeylere verirdik. Önce onlar yazarlardı, sonra biz çoğaltmaya başlardık. Birimiz yazdı mı, diğerimize verir, o gün bütün oradaki ağabeylerimize ulaşırdı. Böyle böyle, yazılanlar muhafaza edilip, çoğaltılırdı.
"Kur-ân yazısını öğrendim"
Hapishanede, Kur'ân yazısı yazmayı Ceylân Çalışkan Ağabey bana öğretiyordu. Gardiyanlar bizi yazarken gördükleri zaman korkutmak isterler, tehdit ederler, bize hakaret ederlerdi. Üstadımızı gördüğümüz zaman Üstadımız bana 'Korkma seni buraya Allah gönderdi. Sen çok bahtiyarsın, çok şükret' diye teselli ve iltifat ederdi. Bizler gece gündüz yazardık. "Üstadımız tashih eder, bizlere dua ederdi. Üstadın bir kalemi var, beş renk yazardı.Yazdığımız risalenin sonuna şöyle dua yazardı.'Ya Erhamerrahimin, İsm-i Azam hürmetine bu risaleyi yazan Bayram'ı Cennet-i Firdevse ve saadet-i ebediyeye mazhar eyle ve hizmet-i imaniye ve Kur'âniyede daima muvvaffak eyle.' Bazen de babamın ve annemin ismini yazar, onlara ismiyle dua ederdi. Bizler de çok şevklenir, gece gündüz yazardık. 'Hemen bu risaleyi bitirelim, hem Üstadı ziyaret edelim, hem de dua yazdıralım' diye. Üstadı görüp elini öpmek, duasını almak, bizim için dünyanın en bahtiyar halleri idi.
Çeşitli bahanelerle Üstadın yanına gitmek için fırsat kollardık. Daha çok traş olma bahanesini kullanırdık. Hapishanenin berber odası Üstadın odası ile karşı karşıya idi. Cevizli Mahmut isminde Emirdağlı otuz senelik emektar bir berber vardı. Tıraş olma bahanesiyle gider, fakat Üstadın odasına girerdik. "Bir gün yine bu şekilde Üstadımızın yanınagitmiştim. Üstad usturasını bana verdi. (Üstad, devamlı ustura ile tıraş olurdu.) Berbere keskinletmek için gönderdi. Ustura yanımdaydı. Başgardiyan ve diğer gardiyanlar beni gördüler. Hiddetle üzerime doğru gelirlerken beşinci koğuşta bir hâdise olduğu haberi gelmesi üzerine koşarak oraya gittiler, ben de dayaktan kurtuldum. Hemen geri Üstadın yanına sığındım. Usturayı geri verdim. Üstad kapının arkasına durup bana,"Buradan temizle" dedi. Üstadın odasını süpürdüm. Sonra beni yerime gönderdi. Kapıdan çıktığımda baktım ki bu sefer altıncı koğuşta hâdise çıkmış, gardiyanlar oraya doğru koşuyorlar. Ben de fırsattan istifade edip hemen koğuşuma gittim ve yine dayaktan kurtuldum. Bu tamamen Üstadımızın kerameti oldu.
"Kasap Tahir "
Kasap Tahir Afyonlu bir eşkıya idi. İri yarı, cesur, gözünü budaktan sakınmayan belâlı bir kimse idi. Afyon'u haraca kesmiş, herkes onun korkusundan tir tir titriyordu. Hanımına sataşan birisinin kafasını kopardığı için kendisine 'Kasap Tahir' diyorlardı. Çeşitli suçlardan tevkif edilmiş ve idama mahkûm olmuştu. Kararı temyiz ettiği için Temyiz Mahkemesi'nin kararını bekliyordu. Elinde, ayağında ve boynunda demir prangalar vardı. Bahçeye teneffüse de bunlarla çıkardı. Dördüncü koğuşun hâkimi o idi. "Birgün Üstadımızı ziyaret etmiş, Üstadımız kendisine 'Sen namaza başla, ben sana dua edeceğim. Sen inşaallah kurtulacaksın' demiş, bunun üzerine Kasap Tahir, hemen namaza başlamıştı. "O vahşi insan, Nurların dersiyle kısa zamanda ıslâh oldu. "Ağırbaşlı ve kimseyi üzmez bir hale geldi. Hattâ Tahirî Ağabey ve Refet Ağabeye hizmet ederdi. Onlarla beraber yemek yerdi, onların yemeğini yapardı. Namaz kılanları koğuşun en iyi yerinde yatırırdı. Nur Talebelerine çok hürmetkârdavranıyordu. Herkes ondaki bu değişikliğe hayret ediyor, en yakın arkadaşları, 'Bu adam nasıl bu hale geldi?' diye hayretlerini izhar ediyorlardı. "Nihayet Temyiz Mahkemesi'nden cevap geldi. Kasap Tahir idamdan kurtulmuştu. Temyiz, Afyon Ağır Ceza Mahkemesi'nin idam kararını bozmuş, 30 yıl hapse çevirmişti. Sonra da 1950'de umumî af çıkınca, KasapTahir tahliye edildi. Buna çok sevinen Kasap Tahir, 'Benim kurtuluşum Hoca Efendinin kerametidir' diyordu.Çobanlarlı Ahmet ve Kıldereli Ahmet isimli iki mahkûm daha vardı. Bu Ahmet Bey, Üstadımızın odununu, kömürünü, suyunu getirirdi. Birgün Üstadımıza bir çift çorap, bir de bükme getirir. Mustafa Osman Ağabey de kalbinden tefekkür eder, 'Böyle bir şahsın hediyesini alacak mı?' derken Üstad Hazretleri, 'Bismillâhirrahmânirrahîm' der, lokmayı ağzına kor. Onu gören Ahmet Ağa, 'Ha, görüyorsun, sizin hediyenizi Üstad almaz, benimkini aldı, canım fedâ olsun' der. Bu zatın Üstada büyük hizmetleri oldu. "Bunlar da Kasap Tahir gibi adamlardı. Üstada çok hürmet ederler ve ona çok yardımları ve hizmetleri dokunurdu. Üstadın yanına kimsenin sokulamadığı zamanlarda bu zatlar kimseden perva etmeden Üstada hizmet ettiler. Hususan Ahmet hiç idarecilerden falan korkmazdı. "Çeşitli suçlardan hapishaneye giren birçok mahkûm, Üstadın ve Risale-i Nur'un dersleriyle ıslah olup çıkıyorlardı. Yalnız Üstadı bir görsün, Üstad bir selâm versin, derhal ıslâh-ı hal ederlerdi, namaza başlarlardı.
5. Afyon hapsinden sonra
...
6. Kore yolculuğu 1951 senesinde Ceylân Çalışkan Ağabeyle benim askerliğim gelmişti. Üstadımız bize, 'Elinizdeki hizmetiniz bitinciye kadar rapor alın, gitmeyin' demişti. Bilâhare, 'Lüzum yok, askerliğinizi bir an evvel bitirin, gelin' dedi. Elimizdeki hizmetleri de gece gündüz çalışıp bitirdik. Üstadımız da o günlerde Eskişehir'de Yıldız Oteli'nde kalıyordu. Elini öpüp müsaadelerini aldık. Ceylân Ağabeyle Emirdağ'a beraber geldik. Ben köye gittim. O Emirdağ'da kaldı. Benim askerliğim İskenderun'a çıktı. Onunki Siirt'e çıktı. Hüsnü kardeşimiz de Urfa'ya gitmişti. Bilâhare benim kur'am Kore'ye çıktı. İskenderun'dan Kore'ye gidecek kuvvetleri hazırlıyorlardı. İktidarda Demokrat Parti olduğu için, Halk Partililer Kore'ye askergöndermenin aleyhinde idiler. Bana 'Bak Kore'deki askerlerimizi kırdırıyorlar. Seni Suriye'ye kaçıralım' dediler. O sırada radyo, Kunuri Savaşını, çemberi falan anlatıyor, gazeteler de aynı şeyleri yazıyordu. Herkeste bir telâş vardı. Ben 'Üstadımıza danışmayınca Suriye'ye falan kaçmam' dedim. "Nihayet bizi İskenderun'dan büyük bir merasimle istasyona kalabalık bir cemaat uğurladı. Trenle İzmir Seferihisar'a gidiyorduk. Ben Çay istasyonunda inerek doğru Emirdağ'a gidip Üstadımıza Kore'ye kur'amın çıktığını anlattım. Üstadımız çok sevindi. 'Tamam, ben bir Nur Talebesini Kore'ye göndermek istiyordum. Onu da, ya seni ya Ceylân'ı düşünmüştüm. İnkâr-ı uluhiyete karşı Kore'ye gitmek lâzım' dedi ve çok sevindi. Üstadımız o zamanlar NATO'yu tasvip ediyordu. Beni Ankara'ya ve Isparta'ya gönderdi. Üstadımız kendiCevşen'ini bana verdi; 'Bunu yanında taşı, yedi kat muşamba yaptır' dedi. Anneme yedi kat muşamba yaptırdım, daima yanımda taşıdım. Üstadımız 'Hiç korkma, korktuğun zaman beni hatırla, bizler daima inayet-i Rabbaniye altındayız. Hiç merak etme, Cenab-ı Allah senin yardımcın olsun' diye dua etti. Üstaddan ayrıldım. 15 gün sonra Seferihisar'a vardım. Birşeydemediler. Yalnız çavuş kursunda idim, çavuşluk hakkımı kaybettim. Kore'den gelinceye kadar çavuş vazifesini onbaşı rütbesiyle yapardım. "Üstadımız 'Japon Başkumandanı benim ahbabımdır. Benden selâm söyle ve bu Risaleleri ona ver' dedi. Hutbe-i Şamiye gibi beşaltı risaleyi götürmüştüm. Üstadımız bana hususî ders verdi. O günlerde Abdullah Yeğin Ağabey de Üstadımızın yanında idi. Üstadımız yine teselli ve cesaret veriyordu. 'Hiç korkma, Cevşen'i yanından hiç bırakma, bizleri Cenab-ı Allah hıfzeder, yine biz bütün Nur Talebeleriinayet-i Rabbaniye altındayız. Sen nereye gitsen yanına bir arkadaş edin' demişti. Hakikaten nereye gittimse yanıma bir arkadaş edindim. Çok faydasını gördüm. Birbirimize adeta murakıplık ediyorduk. Vapurla Kızıldeniz'den geçerken papaz bize Kâbe'nin yakınından geçtiğimizi söyledi. Bütün askerlerle dua ettik. Vapurda mescidimiz vardı. Namazımızı cemaatle kılıyorduk. Kore'ye 23 günde gittik. Pusan limanında indiğimizde Güney Kore'yi çok perişan bir halde gördük.Çadır gibi çeltik otundan küçük evlerde yaşıyorlardı. Çok sıkıntılı durumdaydılar. Hallerine acımamak mümkün değildi. Ekmek yediklerini görmedim. Devamlı ekmeksiz, yağsız, tuzsuz pirinç lapası yerlerdi. Hattâ kırlarda ihtiyarların ot yediklerini görürdük. Bunların vaziyetlerinigördüğümüz zaman 'Ya Rabbi! Bu vaziyeti bizim memleketimize gösterme' diye dua ederdik. Bize, yani Birleşmiş Milletlere çok iyi bakıyorlardı. Herşeyimiz boldu. Yemekler artardı. Bizim yemekleri birlikler, kırlara döktükleri zaman Koreliler koşup gelirler, bir kısmınıtenekelerine doldurur, bir kısmını ağızlarına doldururlardı. Harp sahneleri Biraz talim yaptıktan sonra muhtelif cephelerde harbe iştirak ettik. Harp ekseriyetle gece olurdu. Gündüzleri hedef göstermekek için sakin kalırdık. Bizim birliğin iki taburunun komutanları dindardı; Niyazi Bengisu ve Kemal Bey. İstirahata çekildiğimizde muhakkak çadırdan büyük bir cami kurardık. Tabur Komutanı Niyazi Bengisu, imamlık yapardı. Ben de müezzinlik yapardım. Hem Cuma namazını, hem de beş vakit namazı cemaatle kılardık. Ezan okuduğum zaman masum Koreliler beni taklit ederek okurlardı. Çadırlar çeltik otundandı. On-on beş çocuk da ezan okurdu, ama ne okudukları anlaşılamıyordu. Ben sağa sola döndükçe onlar da dönerdi. Bunları Üstadımıza anlatmıştım. Üstadımız, 'Bu zamanda lisan-ı hal, lisan-ı kalden daha tesirlidir. Bak Kore'de İslâmî faaliyetler başladı' demişti. Hakikatenİslâmiyeti çok çabuk kabul edenler oldu. Eserleri çantamda taşıdım. Çok zaman tehlikeli harblere girdim. Allah'ın izniyle Üstadımızın duası, Cevşen ve Risale-i Nur'un himmetiyle hiçbir şey olmadı. Düşman benim bulunduğum yerleri istilâ ettiği halde, ben düşmanamakineli tüfekle ateş ediyordum. O çarpışmada on bin mermi yaktım. Makinalı tüfeğin namlusu kıp kırmızı olmuştu. Yanımdaki arkadaşlar mermi getirmeye gitmişlerdi. O sırada düşman etrafımı sardı 'Çap çap' demeye başladılar. Ekmeğe, yemeğe çap çap derlerdi. Düşman bana hiç ilişmedi, daima ayağımın dibindeki boş kutularla meguldüler. Boyları kısa kısa, hepsinin ayağında lastik ayakkabı vardı. Ben onlara bakıyordum, onlarsa bana hiç bakmıyorlardı. Hepsi aç, hepsi de tek tip elbise giyiyorlardı. Hiçbirinde silâh yoktu. Bazılarında sadece boğma âleti vardı. Ben de makineli tüfeğimi omuzuma aldım. İçlerinden çıktım, elli metre kadar geri geldim. Bizim arkadaşlar durumu telsizle geriye bildirmişler.Bizim tabur komutanı benim şehit veya esir olduğumu duyunca çok üzülmüş, benim ruhuma Yasin-i Şerif okumuş. Tabiiki sağ görünce çok sevindi Ertesi günü o cepheyi terketmek mecburiyetinde kaldık. Bu Vakas Cephesi çok tehlikeli bir cephe idi. 1200 metre yükseklikteydi.
"Üçüncü Tabur yandı"
Bizim üsteğmen, topçu taburundan bir üsteğmen ile düşmanı gözetlemek için benim mevziye gelmişlerdi. Mevzimiz çok muhkemdi. Üzerinde büyük kalaslar vardı. Üstünde yedi kat kumtorbası vardı. Düşman bizi anladı. Yağmur gibi havadan ateşine tuttu. Mevziye bir havan ateşine tuttu. Mevziye bir havan mermisi isabet etti. Üsteğmen ağır yaralandı. Benim makineli tüfeğin ayağı kırıldı. Bana hiçbir şey olmadı. Mevzide otuz bin mermi vardı. Mermilere deisabet etmedi. Düşman ikinci sefer o cepheye taarruza geçtiğinde biz istirahate çekilmiştik. Biz Üçüncü Tabura cepheyi teslim etmiştik. Düşman bizim tabura kırk bin kişiyle taarruz etmişti. Biz de geride istirahatte idik. Tam iftar zamanı oruç açıyorduk. Allah'a şükür hiçbir zamannamazımı terketmedim. Hattâ cephede namazımı kılarken tüfek üzerinde secde ediyordum. Düşmanın havan mermisi mevziimin üzerine isabet etti. Bu esnada ağzıma toprak doldu. Ben gene namazımı hiçbir zaman terketmedim. Cenab-ı Hak çok sıkıntılar içinde, çok kolaylıklar ihsan etti. Biz cepheye tekrar takviye gitmiştik. Cephe bir ana-baba günü idi. Zifiri karanlık...Ateş, barut, havan topları. Ben o esnada tüfek komutanı idim. İki tane ağır makinalıya bakıyordum. Bir üsteğmen gördüm 'Üçüncü Tabur yandı, Allah'ını, Peygamberiniseven yürüsün' diyordu. O anda Üsdadımızın sen korktuğun zaman beni hatırla' sözü hatırıma geldi. Ben o esnada ezan okudum. Ve arkadaşlar 'Ateş!..' dedim ve yürüdük. O gece çok sevdiğim manga arkadaşlarımdan şehit olanlar oldu. Sabahleyin taarruz ettik. Cepheyialdık. İkindi namazı geçiyordu. Hemem teyemmüm ettim, iki rekât ikindi namazının farzını kıldım. Beş metre gitmeden düşmanın bir havan topu sesi geldi. Havan topu mermisi tam başıma isabet etti. Beni yere oturttu. Havan topu mermisi patlamadı, yuvarlandı, gitti. Sadecemiğferimde ufacık bir çukur açmıştı. Bana birşey olmadı. Yalnız bir tank mermisi bir çavuş arkadaşımın kolunu kopardı. Hemen kolunu sardık, Çavuş ölmedi, fakat kolu gitti. Gece oldu. Düşman kırk bin mevcutla taarruza geçti. Amerika 8. Kolordu'dan bize emir geldi, cepheyi terketmemiz için. Gece cepheyi terk ettik. Bizim uçaklar gece geldi. Cepheyi yangın bombaları ile yaktıklar, düşmana da birşey kalmadı, bize de. Geri çekildiğimiz zaman bizim tabur komutanı geldi. Beni çağırdı, tebrik etti. Gözlerimden öptü. 'Bu gece senin ruhuna Yasin-i Şerif okumuştum' dedi. Ben de kendisinden rica ettim, Tokyo'ya gitmek için izin vermesini istedim. Bediüzzaman'ın teslim ettiği kitapları Japon Başmutanına götürmem gerektiğini söyledim. O da, 'Ben götüreyim' dedi. Verdim. Birkaç gün sonra emireri geldi, 'Komutan, götüremedim, diye sızlanıyordu' dedi. Zaten biz de Türkiye'ye dönme hazırlığı yapıyorduk. Dördüncü Tümen Türkiye'ye dönmüştü. Bunlar gibi çok hâdiseler var ki,anlatmakla bitmez. "Eserleri Japonya'ya götürmemiz lâzım" "O zamanlar Nurculuk yoktu. Hep bana Bediüzzamancı derlerdi. Subaylarımız da çok severlerdi. Hattâ bazı subaylar, ben oruç tuttuğum için cephede kendi sularını bana verirlerdi. Üstadımız bana, 'Bu eserleri Japon Başkomutanına vereceksin' demişti. Ben de Kore'ye vardığımızda 'Bu eserleri Japonya'ya acaba nasıl götüreceğim?' diye merak ediyordum. Mutlaka bu eserleri Japonya'ya götürmem lâzımdı. Ama erlerin Japonya'ya gitmesi yasaktı. Subaylar 15 gün, astsubaylarla bir hafta Tokyo'da izin yaparlar, dönerlerdi. Bana bazı Kore'deki hâdiselerden dolayı bölük komutanıve bazı üsteğmenler söz vermişlerdi; 'Seni ne yapıp yapıp Tokyo'ya göndereceğiz' derlerdi. Ben de eserleri Tokyo'ya götürmeyi çok arzu ediyordum. Allah'a hadsiz şükür olsun ki, Üstadımızın arzusu tahakkuk etti. Oradaki yaralı subayları almak için bizim tabur olduğugibi Tokyo'ya uğradı. Hattâ giderken gemiden yanardağı gördük. Yüksek bir dağda lavlar fışkırıyordu. Türkiye'ye dönüşte oradaki yaralı gazileri almak için bizi beş bin kişilik kampa koydular. Ben kumandanlara çıktım. Ben, 'Üstadım olan Bediüzzaman'ın kitaplarını getirdim. Japon Başkomutanına getirdim, kendisine vereceğim' dedim. Hiç itiraz etmediler, 'Yalnız olmaz, yanına iki kişi daha al, git' dediler. Ben de bizim bölükten namaz kılanlardan birçavuşla bir er aldım. Eserleri yanımıza aldık. Sevinçle hemen bir taksi tuttuk. Zaten adres almıştık. Türkler'in bulunduğu camiye vardık. Caminin müezzinini bulduk. Müezzin bizi evine götürdü, memnun oldu, yemek yedirdi. Sonra Abdülvahab ismindeki reislerinin evine götürdü. Bizimle çok alâkadar oldular. Ben de üstadımızın selâmlarını söyledim. 'Bu kitapları ÜstadımızJapon Başkomutanına gönderdi, o Üstadımın arkadaşı imiş. Üstadla muhabere ederlermiş, İstanbul'da görüşmüşler' dedim. Onlar çok sevindiler. 'Bizi buraya getiren zaten o zattı. Biz kazan Türkleri'yiz. Japon ve Rus Harbinden sonra bizler buraya geldik, bize bu camiyi yaptırdı, verdi. Müslümanları çok severdi, maalesef o zat vefat etti. Bizler Üstadı çoktan tanıyoruz. Üstad müstesna insandır. Biz, onu tâ Rusya'da iken takdir ediyorduk. Bak bu camimizi, evimizi Üstadın dostu olan kumandan bize hediye etti' dedi. (Çok güzel de Türkçekonuşuyorlardı.) 'Biz bu kitapları neşrederiz' dediler.
Abdülvahab'ın kerimesi oradaki Türk çocuklarına, Türkçe dersi veriyor, muallimelik yapıyordu. Eserleri kendilerine verdim. Çok memnun oldular. 'Üstada selâmlarımızı söyleyin, bizlere dua etsin' dediler.
"Türkiye'ye mesaj gönderdim"
Çok samimî hava içinde onlardan ayrıldık. Ben kendilerine camide namaz kıldırdım. Kore'de iken birgün teybe benim konuşmamı almışlardı. (Harp cephesinde subaylarla bazı şahsılarateypler gelmişti.) Ben de Üstadımız Bediüzzaman'a, Emirdağ Nur Talebelerine, Isparda Nur Talebelerine, Ankara ve İstanbul Nur Talebelerine selâmlarımı radyoda okurken, Üstadımız o zaman Gençlik Rehberi Mahkemesi vesilesiyle İstanbul'daymış. Şoför radyoyu açmış, Üstadradyodan duymuş, memnun olmuş. Herkese söylüyormuş, 'Bayram, Kore'de harp ediyor' diye. Nasıl ki bazı mübarek zatlar talebeleriyle vefatlarından sonra Alâkadarsa (Hazret-i Hamza, Gavs-ı Azam gibi zatlar) Üstadımız da sağ iken alâkadardı. Ben Kore'de çoksıkıştığım zaman Üstadım imdadıma yetişti. Zaten Üstadım, 'Sıkıştığın zaman beni hatırla' demişti. Yüzlerce misaller var. Kore'de, vesaire yerde. İnşaallah nasıl dünyada iken bizleri muhafaza, hem himaye ediyordu, öyle de âhirette de himaye ve şefaat eder...
"Türkiye'ye döndük"
Tokyo'dan ayrılırken Japonlar bizi çok samimi uğurladılar. Dönüşte bir ayda gelebildik. Vapurda mescidimiz vardı. Namazlarımızı cemaatle muntazam kılıyorduk.
7. "Türkiye'ye dönüşümüzde .."Türkiye'ye dönüşümüzde İzmir'de iki-üç gün kaldık. Üstadımız da bizim köyün önüne gelmiş beni sormuş, 'Bayram Kore'den gelmiş. Gelsin' demiş. Köylüler, 'Yok Hocam, daha bekliyoruz' demişler. Üstad, 'Gelmiş' diyormuş. Hakikaten biz de gelmiş, İzmir'de muamelelerimiz bitmediği için bekliyorduk. Biz üç köylü idik. Üçümüz de köye beraber geldik. Köylüler, 'İki gündür Hoca Efendi geliyor, seni soruyor' dediler. Ben de köyde bir gece kaldım. Ertesi günü Emirdağ'a gittim. Emirdağ bizim köye on dört kilometredir. Emirdağ'a vardığımda Üstadım çok sevindi. 'Seni ben vermeyeceğim' dedi. Çalışkan Ağabeylere de 'Somya, yatak hazırlayın' dedi. "Çocukluk halleri midir, nedir, Üstadımı tam anlayamadığımdan mıdır, 'Üstadım, ben gideceğim' dedim. Üstad, 'Yok, ben seni vermeyeceğim' diyordu. Ben de, 'Gideceğim, ben Kore'den geldim, annem beni bekliyor' diyordum. Üstad ben seni vermeyeceğim. Ben seni hizmetime alacağım "diyordu. Baktım Üstad bırakmıyor, 'Üstadım gideyim, geleyim' dedim. Emirdağ'dan ayrıldım, doğru köye gittim. Ertesi günü Üstadımız köyün yakın bir yerinde bekliyormuş. Zübeyir Ağabey bizim evi bulmuş. Geldi: 'Üstad geldi, seni köyün yakınında bekliyor' dedi. Beraber Üstadın yanına vardık. Üstadın elini öptüm. Üstad bana Eşrep Edib'in basmış olduğu küçük Tarihçe-i Hayat'ı, küçük risalelerden ve yün boyun atkısı getirmişti. Bana bunları teberrük etti. Üstadımız mukabelesiz hiçbir şey almazdı. Ben Kore'den gelirken Üstadımıza, Aden Boğazı'ndan geçerken aldığım namaz seccadesini ve Kore'den bana verilmiş yün boyun atkısını vermiştim. Hindistan cevizi getirmiştim. Üstadımız da onlara mukabil bana Risalelerle boyun atkısı verdi. 'Evladım, seni bekliyorum. Gel' dedi. Ben de 'Pekiyi' dedim. Yine Üstadı anlayamadım ve çocukluk diyeceğim. "Bu sefer de köye yakın bağımız vardı. Bağa gittim, mübarek Üstadım, yine köye yakın gelmiş, Zübeyir Ağabeyi göndermişti. Ben de bağda idim, çocuklar geldi, 'Hoca Efendi geldi, seni bekliyor' dediler. Koşarak köye geldim. Zübeyir Ağabey bekliyormuş. Beraber koşarak Üstadımız yanına geldik. Üstadımızın elini öptüm. Muazzez, mualla Üstadımızın şefkat ve merhametle 'Evladım, ben seni bekli- Sh»: (S.Ş: 43) yordum. Gel' dedi. Ben, 'Başüstüne Üstadım' dedim. Zübeyir Ağabey de, 'Hemen gel, Üstad sana ehemmiyet veriyor' dedi. Ertesi gün yatağımı ve yorganımı aldım, doğru Emirdağ'a Üstadımızın yanına gittim. Üstadım çok sevindi. Üstadın hizmetinde "Üstadımızın evinin karşısında çok eski bir ev vardı. Altında keçe ve kepenek dokuyorlardı. Zübeyir Ağabeyle ikimiz orada kalmaya başladık. Benden bir ay evvel Emirdağ'a gelmişti Zübeyir Ağabey. Benden bir ay sonra da Ceylân Ağabey askerden geldi, Üstadımız Ceylân Ağabeyi de evlerine göndermedi. Onu da yanına aldı. "1953 senesinde ben askerden gelmeden bir ay evvel, Zübeyir Ağabey Ankara'da PTT memuru iken, İstanbul Üniversitesi'nde okuyan Abdülmuhsin Alev, Üstadımızın ziyaretine gelmiş. Üstadımız, 'Zübeyir memurluktan istifa etmiş, buraya gelecekmiş' demiş. Bu sözü Muhsin Alev bir emir telâkki ederek Ankara'ya gidip, aynen Zübeyir Ağabeye söylüyor. Zübeyir Ağabey istifa ederek, Üstadımızın hizmetinekoşuyor. "İki ay Ceylân Ağabeyle beraber Emirdağ'da kaldık. O zamanlar Nur Risaleleri henüz matbaalarda basılmamıştı. Çünkü maddî imkânlarımız yoktu. Eserleri Kur'ân yazısı ile yazardık. 1953'e kadar Üstadımız hiç kimseyi yanına bırakmazdı. Emirdağ'daki talebeleri ekmeğini, suyunu sırayla getirirler, akşam namazından evvel dışarıdan kapıyı kilitlerler, giderlerdi. Üstadımız da kapıyı arkadan sürgülerdi. 1953'e kadar böyle devam etti. Üstadımız akşam kapıyı kapar, sabah saat dokuzdan evvel açmazdı. Memurların takip ve tarassudualtında idi. Önceleri yanına kimseyi kabul etmezdi. Bir gün ilk defa bizlere 'Akşam namazını burada kılın' dedi. Yine aradan bir kaç gün geçince, 'Yatak, yorganlarınızı buraya getirin' dedi ve yanıbaşındaki odayı gösterek, orada yatıp kalkabileceğimizi söyledi.
8. "Yeni bir devre başlıyor.." "Üstadımız 1953 tarihinde yeni bir devreye giriyor, hiç değiştirmediği kaidesini değiştiriyordu. Akşamdan sonra kimseyi almayan Üstad, Zübeyir Ağabey, Ceylan Ağabey ve beni yanına aldı. Üstadımızın odasına zil bağladık. Sabah erken abdest suyunu döker, yemeğini yapar, sobasını yakar, çayını pişirirdik. Üstadımızın tarz-ı hayatında değişen mühim bir hâdise oldu. İşte 'Üçüncü Said' devresi başlıyordu. Risale-i Nurların cemaatle okunmasına ve sabah derslerine başladık. Üstadda ayrıyeten bir hareket hali başladı. Risale-i Nurların yeni harflerle evvelâ daktilo ile, sonra teksir ile çoğaltılmasına müsaade etti. İnebolu'dan, Nazif Çelebi Ağabeyin ilk defa olarak Asa-yı Musâyı teksir ettiğinde çok memnun olmuştu. Emirdağ'dan Isparta'ya Emirdağ'da iki ay kadar kaldık. Üstadımız akla kapı açar, irade-i cüz'iyeyi elden almazdı. 'Beni Isparta'ya çağırıyorlar, Çolak Nuri Benli bana dershaneyi yapmış, beni davet ediyor' derdi. Üstadımız temiz havayı çok severdi. 'Ben yemek yemeden, gıdasız yaşarım, fakat havasız yaşayamam' derdi. Hergün hava almak için Zübeyir Ağabey ile beraber gider, bir saat kadar hava alır, gelirdi. Birgün Kaymakam, kırda, tarlaların içinde Zübeyir Ağabeyin başındaki beyaz takkeyi görüyor. Takkesini alıyor. Üstad birden hiddete geldi. 'Ben burayı terk edeceğim, Kaymakam benim talebemin başındaki takkeyi aldı' dedi. Zaten ayrılmak istiyordu. Bir bahane arıyordu. Hemen Zübeyir Ağabeyle Ceylan Ağabeye, 'Derhal Eskişehir'e gidin, Yıldız Otelinden bana yer ayırın' dedi. Zübeyir Ağabeyle Ceylan Ağabey hemen Eskişehir'e gittiler, iki oda ayırdılar: Birisi Üstadımıza, diğeri de bize. Ertesi gün Emirdağ'dan bir taksi tuttular, Üstadımızla ben de Eskişehir'e gittim. Eskişehir'de yirmi gün kadar kaldık. Birgün Tahiri Ağabeyle Süleyman Rüştü Çakın Ağabey geldiler. 'Üstadım, sizi götürmeye geldik, Nuri Benli kardeşimiz bir otel yaptırdı, dershane olarak size de bir odaayırdı' dediler. Üstad zaten gidecekti. Emirdağ'dan ayrılışı da bunun içindi. Isparta'ya gitmeyi arzu ediyordu. Tahiri, Rüştü ve Zübeyir Ağabeyler bir taksi ile Isparta'ya gittiler. Biz Eskişehir'de iken İstanbul'dan Abdülmuhsin gelmiş, o da bizimle kalıyordu...
9. "Isparta'da Üstada ev aranıyor" Üstadı otelin bir odasına yerleştiriyorlar. Fakat Üstad sıkılıyor. Hem beton, hem de bakırcılar çarşısı olduğundan çok fazla gürültü oluyor. 'Bana bir yer bulun' diyor. Terzi Mehmed Ağabey ev arıyor, fakat kimse ev vermiyor. Hususan Üstadımızın ismini duyunca korkuyorlar. Terzi Mehmed Ağabey, Tenekeci Hattat Mehmet Ağabeye gidiyor ve şöyle diyor: Hoca Efendi bulunduğu yerden rahatsız oluyor, 'Ben burayı terk edeceğim, bana ev bulun' diyor. Kime gittimse millet korkuyor. Ben de ne yapacağımı şaştım.' Bunun üzerine şöyle diyor: 'Beylerin Fıtnat Hanımın evinin üst katı boş, o yazın evi Antalyalılara kiraya veriyor, ona sor.' Gidiyor, Fıtnat Hanımın kapısını çalıyor, 'Yukarısı kiralık mı?' diye soruyor. "Evet, kiralık' diyor. 'Kaç para?' '50 lira.' Hemen 50 lirayı veriyor, evi tutuyor. Fıtnat Hanım, 'Kime tutacaksın' diye sormuyor. Merhumun efendisi Terzi Mehmet Ağabeyin asker arkadaşı ve komşusu olduğu için tanışıyorlarmış. Terzi Mehmet Ağabey eski ağabeyleri topluyor, 'Hoca Efendiye evi tuttum, fakat yatak ve yorganı yok' diyor. Ağabeylerin bazıları yatak, bazıları yorgan, kilim bazıları da somya ve hasır veriyorlar, evi hazırlıyorlar. Üstadımızı götürüyorlar. Üstadımız çok seviniyor, 'Tam, tam benim arzu ettiğim ev' diyor. O zaman oradan Antalyayolu geçmiyordu. Hep kavaklık, bahçelik idi. Hemen bizi çağırdılar. Ceylan Ağabey ve Abdülmuhsin'le birlikte Eskişehir'den Isparta'ya geldik. Abdülmuhsin'in yanında teksir makinası da vardı. Otuzuncu Söz ve Tiryak gibi eserleri teksir ediyorduk.
10. "Peygamberimizin merkadini Üstadın yattığı yerde gördüm" Birgün ev sahibinin dünürü, yani gelinin babası, Terzi Mehmet Ağabeye geliyor, 'Bizim kız küs, Hoca Efendi bunların arasını bulsun' diyor. Terzi Mehmet Ağabey de geldi. Üstadımıza söyledi. Üstadımız da Tahiri Ağabeyle bizi aldı, merdivenden Üstadımızla beraber kapıya kadar indik. Kapıyı çaldık. Fıtnat Hanım geldi. Üstadımız, 'Hemşire Hanım. misafirin hatırı kırılmaz, oğlunla gelinin arasını bul' dedi. "O da, 'Pekiyi efendim' dedi. "Üstadımız odasınagirdikten sonra,Fıtnat Hanım,Tahiri Ağabeye:-'Bu kim?' diye sordu.-Tahiri Ağabey, 'Sen bilmiyor musun?' dedi. -O da, 'Hayır' dedi. -'Bu Bediüzzaman Hazretleri' dedi. O zaman Fıtnat Hanım şöyle dedi: 'Hoca Efendi buraya gelmeden bir hafta evvel, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin merkadını Hoca Efendinin yattığı yerde gördüm.' Fıtnat Hanım ondan sonra Nur Talebesi oldu. Üstadımız bize her zaman şöyle derdi:Bir kadınla bir erkek ikisi yalnız konuşmasın, konuşulduğu zaman, ya kadın iki kişi olmalı veya erkek iki kişi olmalı, şer'an caiz değil.)
Thursday, March 29, 2007
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment